17 Ocak 2011 Pazartesi

HİROŞİMA’NIN İNTİKAMI

HİROŞİMA’NIN İNTİKAMI
Kemal Evcioğlu
(E) Dz.Müh.Yb
Uluslararası İlişkiler Uzmanı

“Düşeceğinizi bildik. Öleceğinizi de biliriz.”

Henry Ford yıllar önce şöyle söylüyordu:
Amerikan Halkı iyi ki bankacılık ve para sistemimizi anlamıyor. Eğer anlasalardı yarın güneş doğmadan ihtilal olurdu.”
Amerikan halkı kendi bankacılık ve para sistemini anlamadı ama  birileri bu sistemi en ince ayrıntısına kadar öğrenmişti. Bunların bir kısmı yalnızca parasal kazanç gibi bir beklenti içinde değildiler ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 20nci yüzyıldaki yükselişine büyük katkıda bulundular.
Geçmişle yüzleşmek istemiyorlardı. Bir 1945 sabahı nükleer patlamaya uyanamayan masum milyonları yitirdikten sonra, Missouri Zırhlısı’nda yapılan antlaşma ile teslim olmuşlardı. Kuşaklar boyu iliklerine kadar duyumsayacakları bir yenilginin travmasını yaşadılar. Bu yüzden utançlarını içlerine gömerek inanılmaz bir hırsla çalıştılar ve ürettiler. Kendilerini teslim alan devletin işgalini alışık olmadıkları halde başları önde karşıladılar. Askeri yenilgiyi kabullenmiş göründüler. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın savaşın bitirilme yöntemi hiç de hazmedilecek bir şekil değildi. Teknolojiye yenilmişlerdi. Şimdi teknolojiyle kazanmalıydılar. Hiç bir milletin başaramadığını başararak babalarını intihara götüren utançlarını ortadan kaldırmalıydılar. Bu nedenle bir zamanlar ezeli düşmanı olan işgal devleti başta olmak üzere tüm dünya için ürettiler. Kendileri bisiklete bindiler. Başkalarını son model otomobillere bindirdiler. Evlerin içine uzandılar. Yüksek kaliteli elektronik cihazlar ürettiler. Ürettikleri mal ve hizmetler hızla yayıldı. Dolar topladılar. Amerikan tahvili aldılar. Önce onlar ABD’nin en çok borçlu olduğu ülke oldular.
Sonra, İngilizler tarafından 19ncu yüzyılda emrivaki afyon içirilerek uyutulan ve Kanton Savaşı ile afyon ithalatına zorlanan Çinliler sahneye çıktı. Japonların aksine Çinlilerin kalite kaygısı yoktu. Ucuz Çin mallarının ortaya çıkardığı yıkıcı küresel rekabetten yararlandılar. Küreselleşme üzerinden verdiği imkanları kullanan Çinliler korkutucu bir ekonomik işgal gerçekleştirdiler. Dünya, 1,3 milyar Çinlinin son 10 yılda ortalama %10 gibi bir büyüme oranı ile zenginleştiğine tanık oldu. 2007 yılında Çin Halk Cumhuriyeti, %11,2 büyüme ortalamasını yakaladı. Sosyalist Çin kapitalizmin nimetleriyle zenginleşti. İhracat, büyümenin motoru oldu. Yine Japonlar gibi üreterek ABD’ye mal satıp borç verdiler. Dolar topladılar. Amerikan hazine bonosu aldılar. Japonya’yı sollayarak ABD’nin en borçlu olduğu ülke ünvanını ele geçirdiler.
ABD bu arada ne yaptı? Çin’e odaklandı. Çin’i durdurmak için Japonya’yı yeniden silahlandırma konusunu bile gündeme aldı. Yükselen Çin’in önü kesilmeliydi. Oysa, Japonların defteri henüz kapanmamıştı..
ABD, küreselleşme tuzağına düşürülünceye kadar üretmiş ve imparatorluğunu yükseltmişti. Ne ki Amerika’nın reel ekonomisi kontrolsüz bir şekilde finans kapitalin güdümüne giriyordu. ABD, senyoraj üstünlüğünün süreceği zannıyla bol para bastı. Bretton Woods ile dolara bağlanan dünya ekonomisini ve dünya egemenliğini ele geçirdiği zannına kapıldı. Neo liberal akım temel iktisat teorilerini küçümsüyordu. Üreten ve borç verenler 21nci yüzyıla güçlü girerken, tüketen ABD, stratejik zihniyet eksikliği yüzünden çöküşe yönlendiriliyordu. Üretimsiz gerçek büyüme olamayacağı konusunda dünya ülkeleri gibi ABD de tuzağa düşüyor ve daha sonra da resesyona sürükleniyordu.
Bütün bu nedenlerle, artık Amerikalılar güneş doğmadan olmasa da finansal piyasalardaki büyük çöküşün ardından ihtilal yapabilirler.  
Yeni düzenin sütunları dikilmeden önce  toplam çöküş teorisi” efsaneden gerçeğe dönüşürken, “KapitalizminMabedi”nde çıkan yangın bütün dünya piyasalarını sarıyor. Kriz yayıldıkça yıkıyor ve yalnızca finansal ve ekonomik olmanın çok ama çok ötesine geçecek etkili sonuçlar doğuracak. Alınan fonlama önlemlerinin geçici rahatlama getireceği biliniyor. Çünkü, krizi ortaya çıktığından bu yana kimse fiyatlandıramadı.
Bu kriz, Amerikalıların yaşam düzeyini şimdiden aşağı çekti bile. Mortgage mağdurlarından işlerini yitiren binlerin çadırlara taşındığını gördük. Birçoklarının beklediğinden çok daha hızlı bir çöküş bu. Dünya krize direnç için çabalıyor. AB, ortak önlemler alıyor. Almanya baştan yan çizmiş olsa da birlikte kolektif çabalara katkı sağlayacağını söylüyor. Çin Halk Cumhuriyeti, tek kutupluluğun sona erdiği bir dönemde küresel dengelerde ön plana çıkan bir ülke olarak krize hazırlıklı olduğunu öne sürüyor. Üretim fazlasına güveniyor. Bunu, 1,3 milyar Çinliye dağıtmaya hazırlanıyor. Ancak icraat sanıldığı kadar kolay değil. Krizin 1,5 trilyon dolar zarar getirdiğini ileri süren IMF’nin BaşkanıDominique Strauss Kahn, Çin’in krize balkondan bakamayacağını, Çin’in yakaladığı %11’lik gelişmenin de düşeceğini, Çin’in iç talebe yönelerek büyümeyi yeniden dengeleyebileceğini ileri sürdü. Kahn’a göre, kimse bu krize karşı bağışık değil ve krizin kökleri bilinenden daha derin, düzelmesi mümkün, ama zaman alacak.
Rusya Federasyonu, Putin ile çıkış yakalamıştı. Gayri Safi Milli Hasılası, 100 milyar doların üzerinde fazla vermişti. Enerji ihracatına dayanan bir çıkış yakalayan Rusya Federasyonu komünizmden kurtulurken neoliberal çakalların istilasına uğramıştı. Bütünüyle çöküş yaşamamak için borsasını bir süre erken kapattı. 2008 içinde Gürcistan’ın işgali gösterisini yapanPutin, finans krizine karşı ilk adımda tökezledi. Tek kutupluluğunun sona erdiği bir dönemde ABD’nin karşısına rakip olarak çıkan  Rusya Federasyonu’nun Devlet Başkanı Dimitriy Medyedev, Bağımsız Devletler Topluluğu’na krize karşı birlikte hareket etme çağrısı yaptı. RF’nun ekonomik anlamda köklü bir dönüşüm gerçekleştiremediği görülüyor. RF ile hareket edelim, Çin ile aynı gemiye binelim diyenler akıllarını başlarına alsınlar.
Bloomberg’e göre en sert çöküşler RF ve Brezilya gibi yükselen piyasalarda yaşandı. Son 7 yılda özellikle Rusya’nın inanılmaz bir performans gösterdiği gidişat tersine dönme tehlikesi ile karşı karşıya. Öte yandan, VW gibi yabancı firmalar RF dahil yükselen pazarlarda üretimini durdurduğunu açıklıyor. Rusya’da ve diğer yükselen piyasalarda yatırım yapan şirketlerin tutumlarının benzer olmasının tehlike oluşturacağı görülüyor. Bütün ülkelerde satış ve üretim daralması ve düşüş daralma bekleniyor.
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, son krizden sonra        G-7’nin yürümediğini açıkladı. Yeni ve yetkili bir yürütme kurulu olan aralarında Çin ve Brezilya gibi ülkelerin de olduğu genişletilmiş bir grup kurulmasının ve çabaların eşgüdüm içinde yürütülmesinin krize direnmek için zorunlu olduğunu öne sürüyor.
Peki bu resesyon birden bire mi ortaya çıktı? Bu resesyon aslında çok önce başlamıştı. İlginç bir fenomen olan 11 Eylül resesyona denk gelmişti. 11 Eylül 2001’de resesyon tehlikesi yaşayan ABD terör ile vurulmuştu. 2001’de ABD’nin büyüme oranı yüzde 1 in altını görüyordu. Durgunluk beklentisi 7 yıl önce de vardı. ABD ve Japonya’nın faiz indirimlerine rağmen bu iki ekonominin de resesyon ile karşı karşıya kaldığı dönemde, The Economist, “Dünya resesyondan kaçabilecek mi?” şeklinde soruyordu.
2001’de borsa köpüğü söndüğünde, piyasalara ucuz para sürülmüş, borçlanma ve üretim özendirilmişti. ABD borsa çöküşünü emlak piyasasında şişen balonun tüketim arttırıcı etkisi ile karşılamıştı. Mortgage bu yüzden itibar kazandı. Ekonomi yeniden büyümeye başlamıştı. ABD, enflasyona yol açmamak için faiz oranlarını da yükseltiyordu.
Ama Japonya istenmeyen işler yapıyor ve ABD’yi öfkelendiriyordu. Yen’in değerini dünya ekonomisini tehlikeye atacak ölçüde düşürdüğü kaygısı, Economist tarafından gündeme taşınıyordu. Çünkü, olması gereken düzeyin %40 altında kalan “Yen”de olacak bir kırılmanın o zamanlar sadece 1 trilyona ulaştığı söylenen “carry trade” köpüğünü patlatacağı korkusu vardı. Bu yüzden Avrupa ve ABD, Japon Merkez Bankası üzerine baskı yaptılar. Nafile! Olmadı. Öte yandan Japon faizleriyle diğer dövizlerin faizleri arasında büyük bir fark olduğundan Yenin değeri sorununun kısa dönemli piyasa müdahaleleriyle çözülemeyeceği düşünülüyordu.
Japonya’nın ve gidişattan hoşnut olanların  inadı nedeniyle G-7’de bile gündeme getirilemeyen Yen sorunu daha sonra büyüyecekti. Peki Japonya yenin değerini neden ayarlamıyordu?
İhtiyat fonlarında ipin ucu kaçmıştı. Bu fonların Yatırım Bankacılığını yıkacak kadar büyük riskler taşıdığı önceden biliniyordu. Yatırımcının geride kalmamak için giderek daha çok risk taşıyan alanlara yatırım yapmak zorunda kaldıkları bir düzeye gelen piyasalar, riskin fiyatlanamadığı ortamlarda işlem yaptılar. İran sorunu, Türkiye’nin güneydoğu sınır ötesine olası harekatı, çeşitli terör olayları “köpüğü patlaması yolunda başlatıcı” görevi yapabilirdi. Ama olmadı!
Japon ekonomisindeki durgunluğun yapısal nedenleri olduğu ileri sürülüyordu. Japonya faizleri yükseltmiyordu.Faizlerin yükselmemesi nedeniyle yatırımcılar rahatlıkla risk alabildiler ve finans piyasalarında türev işlemleri 2000’de on yılda sekiz kat artarak 15 trilyon dolara, 2006’da 90 trilyon dolara doğru şişti. Finansal piyasalarda türev araçlarla yapılan işlemler 1990’larda toplam dünya gelirinin yüzde 30’u kadar iken 2007’de bu oranın yüzde 775’e ulaştığı öne sürülüyordu. Bu dönemde sözü edilen “carry trade” Japonya’daki düşük faiz oranlarına dayanarak şişiyordu. Yatırımcı, Japonların düşük faizli dolarlarını toplayarak Türkiye gibi yüksek faiz veren ülkelere gidiyor bu piyasaları soyuyorlardı. Brezilya ve Türkiye gibi risk altında kazandıran bu ülkelerde yüksek faiz getiren para değer yitirmeye başladığı andan itibaren risk büyüyeceğinden yatırımcı sayılan açıkgözlerinde yitirme riski büyümekteydi. Bu yüzden paraların değer yitirmesi gerekirse merkez bankalarının müdahaleleri ile engelleniyordu.
Peki kritik soru şu? Bütün bunlar yapılırken neler olacağını bilenler yok muydu? Kapıyı kimler açıyordu? Bazı ülkelere kurtarıcı olarak gönderilen ekonomistler neyin zeminin hazırlıyorlardıSistemi istemeyenler, neden yoksulluk, ekonomik kriz, savaş ve anarşi ile başbaşa kalma şantajına uğruyorlardı?
 ABD’deki köpük patlamadan önce, “Carry trade”, ihtiyat fonlarıyla da (hedge funds) bağlıydı. Bu fonlar, “borçlanarak işlem yapma” ile eş anlama gelen kaldıraç (leverage) işlemlerini kullandılar. Öte yandan, benzer şekilde özel menkul değerler firmalarının (private equity firms) işlemlerinin büyük kısmını kaldıraçlı işlemlerle yapmaları sorunu daha da büyütmüştü. “Carry trade” için kullanılan kaynak dövizin faizi ve risk düzeyi üzerinde kuvvetli tartışmalar oluyordu. Uluslararası piyasalarda faizlerin hep düşük kalma olasılığı bulunmadığından, “carry trade” sözleşmelerinin yıkıcı zararlar yaratarak devrilmesi, bu zararların bunlarla bağıntılı olan “hedge” fonlarının etkileriyle kredilerin, döviz ve faizin köpüğü başı sonu belirsiz duruma geldikten sonra yıkımın daha da büyük boyutlara ulaşması zaten kaçınılmazdı.
Resesyon önceden biliniyordu. Bugünkü kriz öncesi sermaye hareketlerinde zaten yavaşlama başlamıştı. 2006 yılında doğrudan yatırımlar yavaşlarken kaynağının hızlı artış yaşanıyor, bunun kaynağı da net portföy yatırımları ve bono piyasası yoluyla gelen kredilerdeki ani sıçramaya bağlanıyordu. Türev işlemleri ve banka kredileri artışta büyük rol oynamıştı. ABD ev piyasasında da olumsuz gelişmeler ortaya çıkmaya başlamıştı. Güvenilen mortgage balonu patlamaya hazırlanıyordu. Jeopolitik gerginlikler ve küresel dengesizlikler de yavaşlamayı destekliyordu.
ABD’de ekonominin iş yaratma kapasitesi geriledi. Bu resesyonun başka bir işaretiydi. Asya krizinden bu yana ABD ekonomisinin yarattığı talep, başta Asya ülkeleri olmak üzere dünya ekonomisini peşinden sürüklemişti. 2001’de küresel bir depresyonu önlemek için mali genişleme başlatılmıştı. Asya ülkeleri ihracat kapasitelerini korumak ve ABD’nin dev talebini finanse etmek için dolar varlıklarına yönelmişti.  Bazı ülkeler dövizlerinin değerini fiilen dolara bağlamış ve dolar hegemonyasını doğrudan desteklemişlerdi.
Bu sistemin çözülmeye başlamasıyla birlikte ABD cari açığında büyüme, dolardaki zayıflama Asya’da ve dünyanın diğer ülkelerinde dolardan uzaklaşmayı getirse de Asya Merkez bankaları dolar rezervlerini azaltma yolundayken krize yakalandılar. Riskten kaçış, doların riskinden kaçıştı.
Türkiye’de neler oluyordu? Türkiye’nin bir “carry trade”  cenneti haline getirildiği biliniyordu. Şimdiki krizde ilk batan Lehman Brothers’ın Şubat 2008’de yayımlanan raporda Türkiye riski en yüksek ülkeler arasında sayılırken getirisi de yani kaymağı da en yüksek olan ülke olarak görülüyordu. Batan bu kuruluşa göre aşırı değerli kur, sürekli yükselen cari açık, hızla artan dış kredi ve kısa dönemli borç düzeyine bakıldığında kırılganlığın da çok yüksek olduğu ifade ediliyordu. Türkiye henüz batmadı ama Lehman Brothers iflas etti. Bu denli riskli kredilerdeki artış ne zaman yaşandı? Şimdi ağlayan sermaye çevresi o zaman neredeydi? Bu faiz, döviz ve yabancı sermaye politikalarına kim sarıldı? Türkiye’yi kimler bu duruma koydu? Şimdi kolay kazanç kimlerin cebindeyse krizin bedelini onlar ödesin diyenler haklı mı değil mi?   
Türkiye’ye ne olacak ? 2001 krizinde 6,7 milyar bugün 115 milyar YTL borç ile yakalanan T.C vatandaşları Nuh’un gemisine binebilecek mi? Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ“Küresel kriz nedeniyle çok tedirginiz” diyor. Yoksa bankalarımız düşük döviz kuru ve yüksek faizden yararlanmak için dışarıdan kredi ile tahvil almışlar da döviz jet hızıyla yükselirken ters ayakta mı yakalanmışlar?
Finans diliyle, düşük faizle borçlanıp getirisi daha yüksek varlıklara veya dövize yatırmak anlamına gelen “carry trade” doğru deyimle parası olanın serbest soyguncu düzende çalışmadan üretmeden servet yapabileceği, bu arada hizmet ve mal üreterek yaşamak zorunda olanların da çağdaş köleliğe layık görüldüğü bir anlayışın doğasında sorun olduğu çok baştan belliydi. Dünyada ve Türkiye’de tatlı kârlara alışanlar üretmeden tüketmeyi işe güce tercih ettiler. Şimdi de balon patlayınca “yandım anam” diyorlar. Yağma yok!
Bir zamanlar hükümetleri dünya ekonomisine entegre olmaları için sıkıştıran TÜSİAD’dı. Şimdi bağırıyor: “Kriz bizi etkileyecek. Finans boyutunu aştı. Artık gerçekten bir ekonomik kriz. Dünyadaki bu sallantının Türkiye’yi etkilemeyeceğini söylemek olacak şey değil” şeklinde üstü kapalı Başbakana çatıyorlar.
Dünya Bankası Robert Zoellick, gelişmekte olan ülkeleri zorlu zamanlara karşı hazırlıklı olmaları için uyarıyor.  Ona göre gelişmekte olan ülkeler;
Şirket iflasları, bankacılık krizleri ve dış ödemeler dengesi krizleri ile karşılaşabileceklerdir.
Uluslararası otomobil fuarında 1 trilyon lira değerinde otomobil alımı yapabilen tanınmamış vatandaşlar varken dar geliriyle tanınmış vatandaş kurbanlık bir şekilde küresel krizin sert dalgalarını bekliyor. Söz konusu fuarı ziyaret eden Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koçkrizden Türkiye’nin etkileneceğini, reel sektörün açık pozisyonunun önemli olduğunu, reel sektörün bir şekilde ödeme sıkıntısına girmesinin risk yaratabileceğini söylüyor. Bu arada Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) döviz repo piyasasındaki eski aracılık faaliyetlerine yeniden başlıyor. Bu uygulamada MB aracılığıyla bankalar birbirlerinden borç alabilecekler. Dış şoklara ne denli dayanabileceğimizi varın siz kestirin artık.
Küresel kriz nedeniyle önceki gün 7 ülkenin merkez başkanı anlaşarak eş zamanlı faiz indirimi yapılmış ama dalgalanma sadece geçici olarak durmuştu. Şimdi borsalarda düşüşler tüm hızıyla sürüyor, dolar çıkışa geçerken euro iniyor ve euro dolar paritesi de düşüyor. Ancak  “bailout” kurtarma ve fonlama programları nedeniyle yeniden geçici düzelmeler görülüyor.
AB’ne ve Almanya Federal Cumhuriyeti’ne adını vermeden çağrı yapan Kahn bu bir küresel kriz ve yerel çözümlere yer yok diyor. IMF Başkanı toparlanmanın 2009 ortalarında olabileceğini söylüyor. Bu arada küresel büyüme ortalaması yüzde 4,1’den yüzde 3,9’a indiriliyor. Dünya Bankasına göre mali güçlükle karşılaşabilecek 28 ülke var. Dünya Bankası, acil durum planı ve bankacılık sistemleri desteği için bu ülkelerle çalışacağını açıkladı. Öte yandan yüksek gıda ve enerji fiyatları yüzünden 2009 yılında kötü beslenen insan sayısında korkunç bir artış bekleniyor. 100 milyon insan kriz sonucu açlık tehdidi ile yüz yüze. Bu artış beklenen krizin boyutu konusunda da kuvvetli bir ön işaret veriyor.
Önceki reçeteleri ile ülkeleri iflasa götüren ve en önemli ve son ona güvenen müşterisi Türkiye olan Uluslararası Para Fonu (IMF) yeniden sesini yükseltirken, Başkan Dominique Strauss Kahn, krizin köklerinin kestirilenden çok daha derin olduğunu söylüyordu. Oysa krizin başında bir çok konuda olduğu gibi krizi fiyatlandırma konusunda da IMF sınıfta kalmıştı. IMF’ye göre krizin maliyeti 1,5 trilyon dolardı. Oysa dünya piyasalarındaki erimenin 15 trilyon dolar olduğu öne sürülüyor. IMF, böyle bir kurumken, IMF’e ekonomiyi teslim etmek konusunda neden çok cömertiz.
ABD’de ve dünyada işsizlik bütün hızıyla yayılmaya başladı. Bugün ABD ve İngiltere, tüm bankaları devletleştirmeyi düşündüğünü söylüyor.
Sonuç olarak ABD, 850 milyar ile “güven”i satın alamadı. Avrupa da alamayacak. Bu kaos Avrupa Birliği gibi sözde birlikleri de dağıtmaya aday. Yalnızca küresel ekonomik dengeleri değil tüm dengeleri altüst edecek. ABD’nin iplerini tutanlar, Amerikalılar dahil eski demokrasi ve serbest piyasaya tapınan halkları Yeni Dünya Düzeni ile tanıştıracaklar. ABD’nin küresel politik ve kültürel gücündeki eş zamanlı düşüşü ekonomik gücündeki düşüş takip edecek. Ancak ilginç olan beklenen zamanda küresel ekonomik kutup olma potansiyeli bitirilen ABD’nin en büyük gücü olan askeri gücü ise henüz taze ve ayakta. Enerjinin ve enerji yollarının kontrolu için en önemli potansiyel imkan ve yetenekler hala ABD’nin elinde. Ne var ki tarihte hiçbir hegemonyanın sancısız devir teslim edildiği görülmemiştir. Küresel Hegemonya dönüşümünü hazmedebilecek bir konjonktür olmadan başka bir büyük gücün çıkışına izin verilmeyecektir. ABD’nin varlık nedeni ortadan kalkarken ulusal güvenlik doktrinlerinin özündeki ana hedef henüz değiştirilmemiştir. O hedef de şudur:  Dünyanın herhangi bir yerinde ABD’nin küresel gücünü tehdit edebilecek bir oluşuma izin verilmeyecektir
  Bu krizin büyük bir tuzak olduğu görülmektedir. Tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında olduğu gibi. İşte bu yüzden sinsi gelişmenin farkında olanlar 11 Eylül’ü olduğu gibi bu krizi de Pearl Harbor’a benzetiyorlar.
Pearl Harbor’a Japonlar saldırmıştı, Amerikaya egemen olanlar bu saldırıyı bilmiyormuş, saldırıyı beklemiyormuş gibi yaparak ABD’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmuşlardı. Şimdi de bu finansal krizi Pearl Harbor’a neden benzetiyorlar? Kimin yüzünden? Japonya, ekonomisinin resesyona düşeceği gerekçesiyle ABD’nin defeaten ikazına rağmen Yenin değerini yükseltmeyerek Hiroşima’nın intikamını mı aldı?
12 Ekim 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder